Ana içeriğe atla

Öykü/ Denize Doğru - Orhan Veli

   Saintes-Maries-de-la-Mer Yakınında Deniz Manzarası - Van Gogh


Şairane bir yazı:

   Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, buram buram yosun kokuları tütmeye başlar burnumda. Bu kokuyu ilk olarak bir kara şehrinde, bìr bahar sabahı, okula giderken duymuşumdur. Bana daha küçüklük zamanlarımı hatırlatan bu kokuda birtakım somut hayaller de vardır. Bir Boğaziçi köyü, kolumda gene mektep çantam, sisli yahut güneşli bir sabah, bütün bir kışı kıyıda geçirmiş dalyan direkleri...
   İşte bu koku, oradan, o dalyan direklerinin üstündeki yosunlardan gelen kokudur. Ama nasıl fark etmemişim çocukluğumda o kokuyu? Fark etmemişim de, neden sonra, bir kara şehrinde duymuşum. Nasıl olmuş bu iş?
   Bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duyduğum o koku sonra sonra, ne çeşitli hayallerle zenginleşti! Denizden uzak kaldıkça neler hatırlamadım denize ait! Hepsini de sevdim, hepsini de hasretle hatırladım. Hangisi kötü bu hatıraların? Güneşin, sulardan tavana vurup tavanda mekik dokuyan pırıltıları mı? Göz alan bir gün ışığında, sıram siram bir takanın peşine takılup gırgıra çıkan allı yeşilli alamanalar mı? Dalyan reisi "Şira!" diye bağırdığı zaman şevkle ağlara sarılan tayfalar mı? Bir orkinos vurgunundan sonra, kıyıda, kan içinde kalmış denizi seyreden çocukların bayramı mı? Gemilerin, bembeyaz sabahları seslendiren sis düdükleriyle çan sesleri mi? Kayıkhanelerin içinde uguldayan dalgalar mı? Deniz üstündeki odalarda, lodosun sabahlara kadar dinmeyen ugultusu mu? Bir oltanın iğnesinde çırpman bir balığın gittikçe beyazlaşarak suyun yüzüne doğru gelişi mi? Karanlık gecelerde ağlarını birbirinin üstüne atmamak için haykırışan kılıççıların sesi mi? Çavalyelerin, çamçakların üzerinde kurumuş balık pulları, feleklerde kurumuş deniz tuzları mı? Sabahın alacakaranlığında, ilk vapurların etrafında ölü bir tabiat gibi duran lüferciler mi? Kendini anafora kaptırmış, kıyı kıyı giden saman çöpleri, karpuz kabukları mı? Suyun içinde beyaz beyaz açılıp kapanan, avuç içinde bir anda dağılıveren denizanaları mı?.. Saymakla bitmiyor ki!

                                   ***

   Buraya da öyle bir kara şehrinden, denize en aşağı iki yıl hasret kaldıktan sonra geldim. Bir taşla iki kuş vuracağım. Hem bir iş bulacak, çalışacağım; hem de deniz kenarında olacağım. Gelgelelim, daha ikisi de olmadı. İş, yol çavuşluğu işi. Bu yol müteahhidinin yanında kâtiplik gibi bir şey. Ne yapacağımı da doğru dürüst bilmiyorum ama, galiba, işçilerin çalışmalarına bakacak, gündeliklerini yahut haftalıklarını dağıtacak, müteahhidin bu bölgedeki hesaplarını tutacağım. Günde beş lira para verecekler; fena para değil. Yine işler aksi gitmese. Gitmeye başladı da onun için söylüyorum bunu. Müteahhit, benim gelişimden bir gün evvel bilmem nereye gitmiş; bir hafta sonra dönecekmiş. "Gelirse beklesin," demiş. Bana bir çadır verdiler, o çadırda yatıp kalkıyorum.
   Sözde deniz kenarında olacaktık. O da olmadı. Gerçi, bulunduğum yer denizi görmüyor değil; görüyor görmesine, ama en aşağı bir-bir buçuk saatlik bir yerden. Önümüz dümdüz ova. Denizle bir gibi. Ondan sonra da alabildiğine deniz. Denize de pek benzemiyor, kurşun bir levhaya benziyor.
   Buraya geleli üç gün oldu. Ama şöyle bir kıyıya gidip o yosun kokusunu koklayamadım. Şöyle bir eğilip elimi suya değdiremedim. O eski hasret hep içimde.
   Beş lira için fena para değil dedim. Dedim ya, nedir beş lira şu zamanda? Şehirde olsam nasıl geçinirim bu parayla? Ev kirası mı veririm, üstümü başımı mı yaparım, karnımı mı doyururum, tramvaya otobüse mi binerim, kitap mecmua falan mı alırım, tiyatroya sinemaya mı giderim, hısım akrabam varsa onlara yardım mı ederim, evli barklıysam çoluğuma çocuğuma mi bakarım. Aklı durur vallahi insanın. Günde beş lira! Ecirlikten başka bir şey değil. Hoş o ecirliği de hak edemedik ya daha. Ya gelse de müteahhit, “Ben başkasını buldum, kusura bakma; sen dön geldiğin yere!" deyiverse ne yaparım?
   Hem, ne diye ukalalık ediyorum? Biz bu dünyaya ecir gelmişiz, ecir gideceğiz. Ben de müteahhit olacak değilim ya! Ne hakkım var: “Ben neden beş lira kazanayım da o beş yüz lira kazansın," demeye. Ben işsizim, o müteahhit. Ben fakir bir aileden gelmişim, o zengin bir aileden. Ama benim okumuşluğum varmış da onun yokmuş; kimin umurunda? O, işini biliyor, ben bilmiyorum. Mademki biliyor, yaşamak da onun hakkı. Ben köylü cigarası içemem; o isterse, viski içer; ben kahveye gidemem, o bara gider; ben tramvaya binemem, o otomobile biner; hakkı değil mi? O
   Denizi, hep çadırımın kapısından görüyorum. Mihnete alışmış insan, zaman zaman, her şeye boş vermesini de biliyor. Bir aralık dedim ki kendi kendime: "Adaam, sen de! Çekiver kuyruğunu. Gelmezse gelmez. İster çalıştırır, ister çalıştırmaz."Yürüyüverdim denize doğru. Yürüyüverdim diyorum ya, dünyanın yolu! Öyle ha deyince yürünmüyor. Yolda çalışan, taş kıran işçilerin çekiç sesleri neden sonra kayboldu. Serildi mi önüme dümdüz bir ova! Git git bitmiyor. Ha vardım, ha varacağım, diyorum; bir de bakıyorum, deniz hep o uzaklıkta. Etrafta ne insan, ne de cin; koskoca ovada bir başımayım. Bir aralık, sağımda solumda, acayip otlar, sazlar, kamışlar belirmeye başladı. Bitki denilen şeyin hiç de böylesini görmemişim o güne kadar; içime bir korku düştü. Önüme bakıyorum, kimse yok; ardıma bakıyorum, kimse yok. Ne bomboş bir dünya; aklıma birdenbire Beyoğlu Caddesi geldi. Nasıl da tıklım tıklımdır! İnsanlar birbirine çarpa çarpa yürürler. Kimi omuz vurur, kimi birinin ayağına basar, kimi duvar dibinde bir kadını sıkıştırır. Öyle caddelerde, acele bir de işim oldu mu, ne kadar güç ilerlerim! Ben koşmak isterim, önümdeki adam ya sevgilisiyle konuşmaktadır, ya bir dükkânın camekânını seyretmektedir. Yanından sıyrılayım derken istemeye istemeye bir tarafına çarparim. Olmaz mı böyle şey? Olur, olur, adam kızar, dönüp bana:
"Kör müsün?" der. “Ne sallanıyorsun alık alik?" derim. "Patladın mı? Geçersin elbet!" der.
Ben de kızarım:
"Patladım, patlamadım, sen bir kere ona karışamazsın. Daha terbiyeli konuş!” derim.
"Ulan," der, "sen bana ne hakla sen diyorsun? Benim kim olduğumu biliyor musun?"
"Ya, sen?" derim. "Sen ne hakla bana ulan diyorsun?" "Ulan da derim, her bir boku da derim, eşşoğlueşek." Sanki onun eşek demesiyle eşek olacakmışım gibi, büsbütün alevlenirim:
"Eşşoğlueşek babandır!"
"Ulan senin sinsileni, sülaleni..."
Bir anda etrafımızı çeviriverirler. Kalabalığın arasında bir polis peyda olur. Adam bar bar bağırmaya başlar:
"Davacıyım! Davacıyım, polis efendi. İşte, bu kadar şahidim var! Bana bu kadar kişinin içinde..." 
Polis:
"Bırakın gürültüyü de," der, “merkeze kadar teşrif edin kozunuzu orada paylaşırsınız."
Adam hâlâ bağırmaktadır:
"Haydi, yürü bakalım merkeze! Kozumuzu orada paylaşırız."
   Bizim iş hapı yutar tabii. Düşeriz karakolun yoluna Yolda kendi kendime düşünürüm: "Ne desem karakola gidince?" diye. Herhalde önce kim olduğumu sorarlar. İşte o zaman celallenirim: “Bilmiyor musunuz benim kim olduğumu? Ben bu memleketin..." Hayır, bu usul iyi bir usul değil. Ya tanımayıverirse polis? Öyle ya, okuyup yazması yoksa tanımayabilir. Üstelik, öbür adam da mühimce bir adamsa? Mesela bilmem ne müdürü olduğunu söyleyiverirse? Tabii, benden çok onun sözünü dinlerler. Onun için ben beklerim. Önce o adam söylesin, kim olduğunu, sonra ben. Büyükçe bir unvanla çıkarsa karşıma, ben ondan da ağır bastığımı hissettirmek için, alçaktan alıyormuş gibi bir cevap veririm: :
"Ben, derim, müdür falan değilim. Ben alelade bir vatandaşım.”
Politikaya girişmenin tam sırası.
“Bu memlekette hak sahibi olmak için mutlaka...” Açarım ağzımı yumarım gözümü.

                                 ***

   Ayağımın altındaki toprak, kunduralarıma yapışmaya başladı. Gittikçe çamur içine giriyorum. Şöyle ileriye doğru baktım: Bataklık. Sağa doğru gidersem sazların arasında kurakça bir yol bulurum diye düşündüm. O yana yürüdüm. Büsbütün batağa girdim. Sanki sazların arasından su fışkırıyor. Ama, ne olursa olsun, mutlaka deniz kıyısına gideceğim. İki yıl bu, dile kolay! Gideceğim, denize gideceğim.
   Ayak bileklerime kadar batağa girdim. Her adım atışimda biraz daha batıyordum. Durdum. Başımın üzerinde kocaman kocaman deniz kuşları belirdi. Beyaz kanatlarını açmışlar, çığlık çığlığa, dönüp duruyorlar. Ne vahşi, ne korkunç bir manzara! Onların çığlıkları dışında, insanın tüylerini diken diken eden bir ölüm sessizliği var. Ölümü düşündüm. Ölümlerin en kötüsü, bir bataklıkta, çırpına çırpına, ümidin her an biraz daha azaldığını göre göre ölmekmiş gibi duymuştum. O geldi aklıma. Deniz uğruna, denize el sürebilmek uğruna ölüm! İstemiyorum ölmek. Oysaki bundan evvel kaç defa ölüme razı olmuştum. Razı olmak da değil, intihar etmeyi bile düşünmüştüm.
   Kimileri derler ki intihar bir irade işidir. Ben buna inanmıyorum. İntihar bir iradesizliktir. Dünyadaki güçlükleri yenebilen, o iradeyi gösterebilen kimse kolay kolay ölüme razı olmaz. Ölüme razı olan, hiçbir şeyle cedelleşemeyen, bu savaşta bütün ümitlerini kaybeden kişidir. O ümitleri kaybetmek için de, insanın, kendisini dünyaya bağlayacak hiçbir şeyi olmamalı. Ne para, ne pul, ne aşk, ne muhabbet, ne şeref, ne namus. Ama şimdi ben öyle miyim ya! Hiçbir şeyim olmasa bile günde beş lira kazanabileceğim. Beş lira! Az para mı?
   Bu beş lirayla pekâlâ karnımı doyurabilir, isinabilir, giyinebilir, dünyanın parasız olan bütün nimetlerinden faydalanabilirim. Gökyüzünün parlaklığı, denizin mavisi, ağaçların yeşili, toprağın sıcaklığı, suların sesi, havada uçan kuşlar, rüzgârın getirdiği çiçek kokuları... Nasıl vazgeçerim bunlardan? Hayır, ölmek istemiyorum...
   Peki, ya deniz? İşte, on beş dakikalık yolum kalmış, deniz kuşları, çığlık çığlığa, hålå dönüp duruyorlar. Vazreçemeyecegim denizden Tekrar etrafına bakındır Biraz daha kuru bir yol aradım. Galiba, azıcık gayret edip daha sağa gidersem kurak bir yere çıkabileceğim. Yavaş yavaş, sulara, çamurlara bata bata, o yana doğru ilerledim. Gayret! Biraz daha! Biraz daha!
   Dediğim oldu. Üstünde toz tabakaları bulunan, dümdüz, kupkuru bir yere geldim. Gelir gelmez de koş maya başladım. Kıyıya bir an evvel varmalıyım.
   Sazlarla, kamışlarla örtülü bir tümsegi atladım. Ksyıdayım. Ayaklarımın altında kumla karışık çakıltaşları. Sular ayaklarıma kadar geliyor. Sığ bir sahil. Sahilin üç metre gerisinde vatoz ölüleri, iri iri şeytan minareleri, içi boşalmış pina kabukları. Ne vahşi bir deniz! Hiç böylesini görmemişim.

                                   ***

   Beyaz kanatlı kuşlar, hep çığlık çığlığa, başımın üzerinde. İçimde sonsuz bir sevinç. Bağırmak istiyorum: “Boş ver!" diye haykırmak istiyorum, “Beş liraya da boş ver!"

                                             Yaprak, 1 Nisan 1950


Can Yayınları Orhan Veli - Bütün Öyküleri  kitabından alınmıştır.
Sayfa 39-45

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tutunamayanlar - Oğuz Atay Kitabından Alıntılar

 1.   "Hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu." (syf 31) 2. "İnsanlar düşüncelerimize uygun biçimler almıyor." (syf 32) 3. "Bir cümle kaldı yalnız aklında: ''Güzel bir gün ve ben yaşıyorum.'' (syf 36) 4. "Öğrendikten sonra, bütün zorluklar geride kaldıktan sonra; vücudun her parçasında, başlangıçta bu makine kadar kör ve inatçı olan direnmenin yumuşadığını, dokunmanın mümkün olduğunu gördüğü zaman, yazık ki geçiş süresini unutuverir insan." (syf 36) 5. “Karı-kocanın birbirleriyle ve çevreleriyle durmadan yarışmasını anlamıyorum." (syf 36) 6.  "Kötülükten ancak kötülük çıkar. Bayağılık insan ruhunu öldürür." (syf 77) 7. "Sınıfta tahtaya kalktığım zaman, gene, şiirleri en iyi ben okuyordum; çünkü öğrenmiştim en çok bağıranın en iyi şiir okumuş sayıldığını. Ve öğretmenimin bu zayıf tarafını keşfeden tek akıllı öğrenciydim." (syf 77) 8. “Vazgeçiyorum, bütün insanlığın önünde eğilerek özür diliyorum; beni

Aşka Dair Nesirler - Ümit Yaşar Oğuzcan / 65 Alıntı

1. "Birazdan güneş doğacak Doludizgin atlılar geçecek yüreğimden Seni düşüneceğim." (syf 5) 2.  "Bir yeşil elbisen vardı Bir siyah ayakkabın vardı Bir gözlerin vardı Bir dudakların vardı Bir sen vardın Ama ben yoktum o sokakta." (syf 12) 3. " Tut ki ben beyazpeynirim ben zeytinim Al Ekmeğine katık et beni." (syf 11) 4.  "Kapılara sığmıyor umutsuzluğum." (syf 14) 5.  "Tanyerinde unuttuk gözlerimizi." (syf 18) 6.  "Yaşamaksa sensiz mümkün değil." (syf 19) 7.  "Birazdan gece olacak Ağır kılıçlar parçalayacak yüreğimi Pis bir koku gibi çökecek üstüme yalnızlığım." (syf 19) 8.  "Senin yeşilinde unuttum siyahlığımı." (syf 25) 9.  "Git diyorsun   Nereye gideyim  Ümitlerim ne olacak  Bunca şiirleri kim söyleyecek sana  Kim anlatacak dünyaya sığmayan güzelliğini." (syf 33) 10.  "Sevebildiğim kadar insanım ben."

İnsanın Acısını İnsan Alır - Şükrü Erbaş / Alıntılar

1.  "Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte...İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık." (syf 110) 2. “Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben. Evlerin ve kalabalığın ağırlığını sana üstün tutmadım. Yoksulluğun acısından hafif bilmedim acını. Yenilen herkesin boğuntusuydu kaybolduğum uzaklık,yüzün her bulutlandığında. Nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep. Sevincini bir barış,bir bayram sabahı gibi taşıdım içimde. Sesine güvendim, gözlerine en çok yakışan o sürekli yaz ikindisine.” (syf 7) 3.  "Şiddetin coğrafyasında elbette gökyüzü bir lükstü ve ancak yağmur yağınca anımsanıyordu. Gittiği en büyük uzaklık evinden iş